Çocukken, babam bana kendi çocukluk ve gençlik yılları ile ilgili hikayeleri anlatırdı. Kendisi de benim gibi İstanbul’da doğmuş büyümüş, bütün çocukluk anıları ve maceraları az çok benim büyüdüğüm yerlerde geçmiş, aynı sokak ve mahallelerde oynamış biri. Bir fark var, ikimizin çocukluğu arasında 31 yıl geçmiş, 31 yılda İstanbul’da çok şey değişmişti.
İkimizin de İstanbul’da büyümesine rağmen aradaki 30 yıllık süre içerisinde sanki iki farklı şehirde büyümüş gibiyiz. Anlattığı anıların neredeyse hiç birini yaşayamadım. Aradan geçen 30 yılda İstanbul’a 5 milyona yakın kişi göç etmiş, şehir de çok değişmişti. O hikayeler arasında benim en çok ilgimi çeken, 1960’lı yıllarda İstanbul Levent-Maslak civarında oturan dedesinin çiftlik evini ziyaret ettikleri bölüm olmuştur.
Geceleri kurt sesleri duyduklarını, özellikle kış aylarında kurtların yeni yeni oluşan şehre daha da yaklaşarak yemek aradıklarını söylerdi. Bir başka hikayede 1987’nin oldukça soğuk geçen bir kış gecesinde, kurtlar aç kaldıklarından Yeşilköy civarlarına inmiş ve bu haber gazetelere çıkmıştı. Babam aslında o hikayede 6 milyonun altında bir nüfusu olan, kuzey bölgelerinde el değmemiş ormanların ve mera alanlarının bulunduğu, sanayilerin, fabrikaların ve 20-30 katlı rezidansların şehri işgal etmediği bir İstanbul’u anlatıyordu. 1980’lerin sonuna gelindiğinde, İstanbul yoğun göç dalgaları, artan nüfusu ve kalabalık sanayisi ile 7 milyon nüfusa ev sahipliği yapar olmuştu. Yeni yerleşim yerlerinin açılması, doğal alanların tahribatı, tarım arazilerin dönüştürülmesi bölgenin ve şehrin doğal alanlarına ağır zararlar vermeye başlamıştı. O kurtlar ben Levent’e geldiğimde çoktan ya başka alanlara göçmüşlerdi ya da popülasyonları tükenmişti.
Eskilerin deyimi ile o eski dutluklar şimdi AVM, Rezidans ve iş merkezi olmuştu. İstanbul’un ve özellikle Marmara Bölgesi’nin taşıyabileceğinden daha fazla kişiye ev sahipliği yapması, tahribatın daha da artarak çoğalması, çevresel sorunların ertelenmesi bizim son yıllarda gördüğümüz felaketleri de beraberinde getirdi. Marmara bölgesi biyolojik tanımı ile taşıma kapasitesinin üzerine çıkmıştı (carrying capacity). Bu tanım, bilimsel olarak bir bölgenin bir canlı türü için besin, su, barınma ve diğer kaynakları maksimum kullanabileceği kapasiteyi temsil eder. Yakın zamanda belki de en somut örneğini 2021 yılı yazında Marmara Denizi yüzeyinde karşımıza çıkan Müsilaj ile gördük. Deniz tabanında yıllardır var olan sorun ancak yüzeye çıktığında görülmüş ve ciddiye alınmıştı.
Bu ve benzer sorunlar biz doğanın işleyişini bozdukça, el değmemiş alanları imara açtıkça, atıklarımızı kontrolsüzce doğaya bıraktıkça artarak görülmeye devam edecek, doğayla uyum içinde yaşamadığımız her yıl bize daha farklı sorunlar olarak geri dönecektir. Kurtların İstanbul’un Kuzey ormanlarını terk etmesi, bir zamanlar Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Hazar Kaplanı’nın son örneğinin 1970’lerde vurularak öldürülmesi, Asya Çitası ve Aslanı popülasyonlarının Anadolu’dan 19.yy’da tamamen kaybolması, Anadolu Parsı popülasyonun Anadolu’dan silinmesi (popülasyona ait bireyin yakın zamanda Şırnak’ta fotokapan görüntüleri yayınlanmış, fakat tam olarak bir tür tespit çalışması yapılmamıştır) ve bunun gibi daha birçok türün topraklarımızı terk etmesi bizi biyoçeşitlilik kuraklığının ortasına itiyor.
Canlıların neslinin tükenmesi tabii ki sadece Türkiye’de değil bütün dünyada görülen bir sorun. İlk örneklerini önceleri Asya kıtasının kuzey steplerinde, 45 bin yıl önce Avustralya’da, 10-13 bin yıl önce de Amerika kıtasında insanların gelmesiyle görüyoruz. Bu topraklardaki Megafauna (Mamut, hançer dişli kaplan ve dev tembel hayvan vb..) popülasyonlarının varlıklarının sona ermesi insan kaynaklı olduğu düşünülüyor. İnsan eliyle gerçekleştirilen biyolojik yok oluşun özellikle sanayi devrimi ile birlikte normal süreçten 1000 – 10000 kat daha hızlı olduğu tahmin ediliyor.
Biyoçeşitliliğin yok olmasındaki temel etkenler; hammadde ve tarımsal araziler için ormanlık alanların yok edilmesi, yeni yaşam alanları açmak için doğal habitatların dönüştürülmesi, yasadışı aktivitelerin (avlanma, ticaret, kesim vb.) artması ve insanların oluşturduğu atıkların doğaya bilinçsizce salınması olarak gösteriliyor.
Yok ettiğimiz doğal sistemler sadece ağaç ve içindeki canlı türlerinden ya da mercanlar ve balıklardan ibaret değildir, soluduğumuz havanın temizlenmesi, iklim kontrolü, ekosistemlerin düzenli işleyişleri, toprağı canlı tutarak karbonun depolanması, sucul sistemlerin sağlıklı şekilde devamı gibi çok farklı işlevleri de içinde barındırır. Kurtların ormanlardan gitmesinin sonuçları şu an için öngörülemese de ileride bizlerin yaşamlarını etkileyecek bir domino etkisi yaratması olasıdır. Bir türün yok olması, içinde bulunduğu habitata zarar verir ve bozulan habitat ileride daha büyük sorunlara ve içerisindeki farklı türlerin yok olmasına yol açabilir. Bu kavramı biyolojide “Extinction Debt” olarak adlandırıyor, belirli bir alandaki habitat bozulmasının gelecek yıllarda başka bir canlının neslinin tükenmesine yol açması olarak açıklıyoruz.
Dünya bir çok bilim insanına göre insan kaynaklı 6. genel yok oluşa girdi. Tahmini olarak her yıl mevcut türlerin %0.25’ini kaybediyoruz (yıllık 12.000 türe denk geliyor). Yaklaşık 6,300 farklı amfibi türünün üçte biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya, mercan resiflerinin %70’i insan kaynaklı etkilerden dolayı tanınmayacak derecede zarar görmüş durumda, bir çok böcek popülasyonu istilacı türler tarafından yok ediliyor. Bu canlılarla birlikte bizim görmediğimiz fakat buralarda yaşayan mikroskobik türler de yok oluyor ya da yerlerini başka türlere bırakıyor. Sadece gördüklerimiz değil görmediğimiz fakat uzun dönemde eksikliklerini ağır şekilde hissedeceğimiz canlıları da birlikte yok ediyoruz.
Bağımsız organizasyonlar, dernekler ve vakıflar türlerin yok olmasını yavaşlatmak için her yıl kendi imkanlarınca gayret göstermektedir. Fakat toplu bir çaba göstermeden ve birlikte çalışmadan 21.yy’da artarak devam eden biyolojik yok oluşun önüne geçemeyeceğiz. 65 milyon yıl önce Dünya’ya çarpan asteroid gibi bir çok ekosistemi dolaylı ya da doğrudan davranışlarımızla etkiliyoruz. Viral hastalıkların artması, verimsiz toprak arazilerin çoğalması, denizlerdeki balık popülasyonların kaybolması, sağlıklı gıdaya ulaşımın zorlaşması gibi sorunlar da bu yok olmayla birlikte geliyor.
Türkiye gibi çok farklı habitata ev sahipliği yapan ülkelerdeki biyoçeşitliliğin azalması, üzerinde yaşayan bizleri de dramatik şekillerde etkileyecektir. Kurak ve verimsiz topraklar yüzünden göç eden insanlar, daha çok insanın bir arada yaşamasıyla zor ulaşılan besinler, sık aralıklarla görülen salgın hastalıklar, yaşam standartlarının düşmesi ve mental bozukluklar ve artan ekonomik baskılar sadece görebildiğimiz kısımları.
İstesek de istemesek de bir yol ayrımına geldik. Yok ettiğimiz habitatları ve içindeki canlıları, bozduğumuz milyonlarca yıllık adaptif sistemleri, küresel boyutta çevreye verdiğimiz zararları onarmak için harekete geçmeliyiz… Odaklanmamız gereken, felaketleri daha başlamadan önlemek olmalıyken çoğunlukla felaketlerden sonra neler yapabileceğimizi sorguluyoruz. Bu yüzden sıklıkla şu soruları duyduğum oluyor; “Eğer doğadaki bütün hayvanları yok edersek ne olur”, “Yarın bütün arılar yeryüzünden silinse tarım biter mi?” “Ormanlık alanların hepsi yok olsa insanlık yok olur mu?”.
Doğanın işleyişi bizim çözümlerimizden çok daha farklıdır ve sonuçlarını görmek yüzlerce, binlerce hatta bazen milyonlarca yıl alabilir. Gelecekte karşılaşacağımız sorunlar için üretilecek çözümler bir bilimkurgu filmini andırabilir. Sadece insanların egemen olduğu sürekli çevresel ve ekonomik sorunlarla mücadele içinde geçirdiğimiz, apokaliptik bir gezegende rezidanslara sıkışıp kaldığımız bir gelecekte de yaşayabiliriz, bütün canlıların uyum içinde yaşadığı, daha huzurlu ve sağlıklı olduğumuz, yenilenebilir enerji ve üretimin ağırlıklı olduğu bir gelecekte yaşamak da. O yüzden bu gibi soruların cevaplarını ancak tahmin edebiliyor ve geleceğin bize neler getireceğini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz tek şey var, o da doğal sistemleri yok ettiğimizde bizim hayatlarımızın da bildiğimizden çok farklı olacağıdır.
Önemli olan soru, yeni kurulan sistemlerde bizler var olabilecek miyiz ya da hangi şekillerde var olacağız? İnsanlık olarak ya sürekli olarak küresel iklim krizi, doğal hayatın yok olması, iklim göçleri ve bunların getirdiği sorunlarla baş ederek yaşamaya çalışacağız ya da yol açtığımız tahribatı geri döndürerek bu sorunlar daha oluşmadan önlemeye çalışacağız. Bu seçimi yapmak için çok zamanımız kalmadı. Bilimin yardımıyla, bilgilerimizi paylaşarak, etrafımızdaki insanları eğiterek ve bilgilendirerek, yaptığımız çevresel faydalı seçimlerle daha iyi bir hayat kurmak ve yeni nesillere yaşanabilir bir gelecek sunmak için çalışabiliriz.